
Karanlıktan Sonra
Havada süzülüyordu. Gözlerini kapatmış nefessiz kalmayı beklerken, göz kapaklarının ardından bir ışık sızdı. İstemsizce çektiği nefes su yerine hava doldurmuştu ciğerlerine. Yine de bir refleksle öksürdü. Ciğerlerini bırakacakmış gibi. Gözlerinden birkaç damla yaş aktı ve onları açtığında, bir süre için hiçbir şey göremedi.
Sonra yavaş yavaş siluetler belirdi. Devasa bir kütüphanenin ortasında havada asılıydı. Yedi katlı uçsuz bucaksız bir yapıydı bu. Tavan görünmüyor, duvarlar yumuşak beyaz bir ışıkla titriyordu. Hava kuru kağıt ve ozon kokuyordu.
Doğan etrafına göz gezdirdi. Katlarda bulunan meraklı gözler ona bakıyordu. Biri maviler içinde bir kadın İngiliz kraliyet ailelerine mensup gibiydi. Doğan bu yüzü nereden hatırladığını düşündü. Diğeri ise kandura giymiş bir adamdı. Bir başka katta, başında tüylerle süslü bir Kızılderili, biraz ötede bir Romalı ve bir Moğol. Hepsi elinde bir kitap tutuyor, göz ucuyla Doğan’a bakıp sonra gözlerini yine satırlara çeviriyorlardı. kitap sayfalarının hışırtısı, uzaktan gelen bir rüzgar gibi yankılanıyordu.
Zemin katta bir hareketlilik oldu. Çelimsiz bir kaç gölge aynı yöne yürümeye başladı. O esnada bembeyaz bir yataktan kalkan sarımtırak bir vücut doğruldu. Son anda fark etmişti onu. İnsana benziyordu ama insan değildi. Oldukça çelimsizdi. Yavaş ve sessizce hareket ediyordu.
Doğan ona gösterilen ihtimamı görünce buranın sorumlusunun o olduğunu anladı. Süzüldüğü yerde durdu ve Doğan’a bakmaya başladı. Birdenbire Doğan kendini o varlığın tam karşısında buldu. Yüzüne çarpan nefesin soğukluğu, tuhaf bir huzur verdi ona. Yüzüne çarpan her soluş içindeki gürültüyü susturuyordu.
“Gel,” dedi zamansız ve yankısız bir tınıyla. Dudakları oynamadı ama ses bütün vücudunda yankılandı. Doğan hızla yere çekilmeye başladı. İçinde o düşmenin verdiği gıdıklayıcı hissi duydu. Bir yandan keyif alırken bir yandan da bu hızla yere çakıldığında vücudunun alacağı çekli düşündü.
“Merak etme bir şey olmayacak” dedi ses. Birdenbire yavaşladı ve bir tüy gibi süzülerek yere indi.
Karşısındaki varlık göğsüne geliyordu. Derisi solgun, gözleri iri ve sakindi. Bir göz yanılmasıyla renk, bir mum ışığı gibi titriyor gibiydi. Görüşünü netleştirmek için gözlerini kıstı.
“Sen” dedi Doğan ama cümlesinin devamını nasıl getiremedi. Sustu. varlık ona baktı.
Sonra dudaklarını kıpırdatmadan sessiz sesiyle sordu:
“Artık onu bırakmanın zamanı gelmedi mi?” Doğan refleksle avucuna baktı. Avucu sıkı sıkıya kapalıydı. Karısının eli olmalıydı. Yo, hayır. Şeffaf su baloncuğundan başka bir şey değildi elindeki. içinde yüzen bir yüz. Karısının yüzü, o bildiği gülümsemesi.
“Hadi, bırak.” dedi yankılanan ses. Baloncuk, havalandı Doğan’ın önünde bir kaç saniye durarak uzaklaştı ve bir kitap rafının önünde durdu. Son kez dönüp gülümsedi. Doğan’ın gözünden süzülen iki damla yaş, tam yere düşecekken, karısının peşinden gitti.
“Soracak şeylerin olmalı” dedi varlık.
“Sen kimsin?” diye, kekeleyerek sordu Doğan.
“Ben, bu kütüphanenin görevlisiyim.”
“Burası neresi?”
“Burası Kainat Kütüphanesi, Her varlığın hatırası, her olası gelecek burada. Ay’da olabilirsin, belki de İskenderiye’de ki o yıkılan devasa kütüphanede. Şüphesiz ki siz insanlar hakikatten korktunuz, onu yok ettiniz. Ancak kaçış yok. Ona ölünce erişeceksiniz.”
Doğan konuşamadı. Kelimelerden çok daha fazlası vardı Doğan’ın aklında dolanan. Sanki beyninin her hücresi ayrı bir soruyla aydınlanıyor ve aynı şekilde cevabı alıp soluyordu.
Birden rafların arasında Doğan’ın dikkatini çeken kırmızı bir ışık parladı. Tüm ilgisi oraya kaymıştı. Varlık oraya girmesini salık verir gibi önünden çekilmişti. Koca kütüphanede kendini yapayalnız hissetti. Kimseyi görmüyor ve kimseyi işitmiyordu. Rafın önünde kendine işaret eden kitabı eline aldı. Kabartma yazıyla karısının adı yazılıydı. Bir eliyle kitabın kabartma yazısını okşadı. Kitap sıcaktı, açtı ve okumaya başladı.
Bir süre acımla baş başa kalmaya çalıştım. Eğer öğrenirse Doğan’ının benden daha çok acı çekeceğini düşündüm. Ve nihayet artık acılarımı gizleyememeye başladığımda korktuğum başıma geldi. Onun üzüldüğünü görmek ölme arzumu daha da pekiştiriyordu. Çünkü bu hastalıktan kurtulamayacağımı biliyordum.
Yanımda olduğunu biliyorum. Elim avuçlarının içinde. Bu bana daha çok acı veriyor. Ona sarılamamak, hiçbir şey söyleyememek canımı çok yakıyor. Bana ihtiyaç duyduğun müddetçe hep senin yanında olacağım. Eğer benim için hayatından vazgeçeceksen beni unutmana da razıyım.
Bir ürperti doluyor içime. Bir karanlık. Birdenbire kapının ardından en sevdiğim gömleğinle çıkıp geliyorsun. Isınıyorum, üşümüyorum. Sanki tüm kötülükleri kovuyorsun yanımdan. Artık beni korumanı bekleyemem senden. Ya da bana bakmanı. Benimle birlikte senin de eriyip gitmene izin veremem. Lütfen bırak beni bırak ve o karanlıkla bir olayım.
Sana her şey için teşekkür ederim. Yanımda olduğun, eşim olduğun ve mutlu ettiğin için. Ve şimdi mutluluk senin hakkın.
Doğan sayfaların arasında hızlıca gezindi. Sayfaların oluşturduğu hafif rüzgâr karısının kokusunu getirdi burnuna. O özlediği eskiden hatırladığı kokusunu…
Kendinden geçmişti. Kulağına dolan gürültülerle gözünü açtı. Burnundaki koku sertleşmişti. Etrafında koşuşturan beyaz kıyafetli kişileri görünce önce ne olup bittiğini anlamaya çalıştı. Odaya girenler dikkatle ve hayretle Doğan’a bakıyordu. Kısa boylu doktor “şok cihazı” diye dışarıya doğru bağırdı. Doğan karısının elini bıraktı ve oturduğu sandalyeden kalktı. Doktorla göz göze geldiler. Hafif bir şekilde gülümsedi başını “tamam” anlamında yere indirdi. Elleriyle karısının küçük yüzünü okşadı ve başındaki tülbendi düzeltti. Beyaz çarşafının altına ellerini sokarak çarşafı yüzüne kadar çekti ve kapıya doğru yürüdü. O esnada elinde şok cihazıyla koşan adamla karşılaştı. Adam onu görünce
hayretle baktı. Doğan adama yol verdi ve koridora çıktı. Kapının camında yansımasını gördü. Tüm saçları bembeyazdı. İçinde ise tarif edemediği bir huzur vardı.
Resül Efe sitesinden daha fazla şey keşfedin
Subscribe to get the latest posts sent to your email.