İçeriğe geç

AY KÜTÜPHANESİ: Ay’ın Karanlık Yüzü (Bölüm 2)

Ay’ın Karanlık Yüzü

Günün ağarmasıyla birlikte mesanesindeki baskıyla sandalyesinden kalktı. Kemiklerindeki ağrı onu kısa bir an duraklattı ama aldığı iki derin nefes onu kendine getirdi. İlk işi gece sıkıca kapadığı jaluzileri tamamen açmak oldu. Odaya dolan soluk gri bir gün ışığı karşıladı onu. Pencerenin ardında, görüş mesafesi düşük, pis bir hava vardı. Yine de gündüz, geceden daha iyiydi. İnsan, nedense, gündüz ölümün gelmeyeceğini düşünür; korkularıyla başa çıkabileceğine inanırdı.

Doğan da öyle düşünüyordu. Uğursuz bir geceyi daha atlatmıştı. Hem de Azrail koridorlarda kol gezerken. Peki gerçekten var mıydı? Yoksa ölümün kaçınılmazlığına bahane olsun diye uydurulmuş bir masal mıydı? Bir noktadan sonra insan düşüncelerinin vereye varacağını kestiremiyordu. Tüm olasılıklar aklından geçerken, kendi kendine yeni hikayeler üretiyordu. Ölüm, oraklı bir insan silüeti olarak resmedilmişti ama şimdi her şey olabilirdi. Bir kanser hücresi, bir virüs, bir canlı, bir nefes. Ama en çok da insanın kendisi. Öldürmek en çok insana yakışırdı.

Griliğin ilham olduğu bu karanlık düşüncelerden onu mesanesinin sancısı kurtardı. Karısını bu tekinsiz ışığa teslim ettikten sonra odadan çıktı. Sessiz koridorda ağır adımlarla lavaboya doğru yürüdü. Bir yandan da hafif hareketlerle vücudunu esnetmeye çalışıyordu. Tuvalete girdiğinde ciğerlerine dolan keskin amonyak kokusu burnunu yaktı. Pisuara yöneldi fermuarını açtı. Kendini tutamayarak birden kontrolsüzce işemeye başladı. Sidiğin tazyikiyle sıçrayan damlalardan kendini korumaya çalışırken zaman uzadıkça uzadı. Nihayet mesanesi boşaldığında, derin bir rahatlamayla aynanın karşısına geçti.

Karşısındaki yüz yabancıydı. Gözlerinin altı şişmiş, kamburu çıkmış, kasları erimiş, yüzü çökmüştü. Yine de karısından iyi durumdaydı. En azından bilinci yerindeydi, rahat nefes alabiliyordu. En önemlisi de hareket edebiliyordu. Bu düşünce, kalbine keskin bir üzüntü saldı. Karısı da yaşıyordu, ama sadece nefes almakla sınırlıydı. O da küçük bir yardımla oluyordu.  Yüzüne soğuk su çarptı. Üzerinde, karısının çok sevdiği gömlek ve pantolon vardı. Karısı her defasında ona çok yakıştığını söylerdi. Bilincini kaybedip bu hastaneye yattığından beri bu kıyafetleri giymişti. Uyandığında onu beğendiği şekilde görsün diye Doğan da sürekli bu kıyafetleri giyiyordu. Elbette eskimiş ve kirlenmişlerdi. Bir süre sonra kıyafetleri bulması zor olsa da ne yapıp edip yenilerini almak zorunda kalmıştı.

Üstünü düzeltti, saçını ıslak elleriyle geriye itti. Aynadaki yansımasına bakarak kıyafetlerini çekiştirdi. Bu küçük temizlik ritüelleri onun ihtiyaçlarını da uyandırmıştı. Karnı acıkmıştı, midesi kazınıyordu.

Tuvaletten çıkıp, koridorun karşı ucundaki asansöre yürüdü. Odanın önünden geçerken göz ucuyla kapısına baktı. Aşağı düğmesine bastı. Hareket eden asansör kabinin sesini duydu. Asansör çok yavaş hareket ediyordu. Merdivenlere yöneldi ve yürüyerek inmeye başladı. Daha üçüncü basamağın bitiminde asansörün sinyal sesini duydu ve mekanik bir kadın sesi “5. Kat” diye yankılandı. Doğan bir an duraksadı ama yuvarlanmamaya dikkat ederek adımlarını hızlandırdı.

Kantinde birkaç hasta bakıcıdan oturuyor, uzun tezgâhın arkasındaki genç çalışan sandalyenin üzerinde uyukluyordu. Doğan’ın gözü parıldayıp duran televizyona takıldı. Ekranda karanlık görüntülerin altında parıldayarak yanıp sönen kırmızı bir yazı akıyordu. “Çin, Ay’ın karanlık yüzüne iniş yaptı.” Bir an nefesi kesildi. Ay’ın karanlık yüzü sanki karısının yüzüydü.

Tezgâhtaki genç yerinden doğrulup esneyerek, “Ne istersin Doğan Abi?” diye seslendi. Beklemediği bu ses karşısında irkilen Doğan, gözünü ekrandan ayırmadı, “Tost… çift kaşarlı…”  

Bir yandan da dünyada keşfedilmemiş binlerce yer, çözülmesi gereken milyonlarca gizem varken insanlığın dünya dışına çıkmasını garipsiyordu. “Günaydın bu arada Ahmet.”

“Günaydın abi, ama çayım bayat. Sıcak su var sallarsan ya da kahve…”

“Fark etmez, boğazımdan bir şey geçsin yeter.”

Ahmet tostu hazırlarken Doğan’ın bakışları hâlâ televizyondaydı.  Ama her şey gibi bu haber de gelip geçmiş, arşive eklenmişti.  En büyük keşifler bile kısa sürede unutuluyordu. İnsan, unutarak yaşayan bir varlıktı. Hatta bazen kendini bile.

O an Doğan’ın içini soğuk bir ürperti kapladı. Karısının yüzünü düşündü. Tanıdığı, bildiği, gülümsediği halinin… Yavaş yavaş siliniyordu. Tıpkı silinen eski bir kayıt gibi.

Ve yüzü rüyadan uyanır gibi, yavaşça yok oluyordu.


Resül Efe sitesinden daha fazla şey keşfedin

Subscribe to get the latest posts sent to your email.

Siz ne düşünüyorsunuz?